TÜRKİYE’DE HİLAFETİN KALDIRILMASI VE HİLAFET KURUMUNUN GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU

Av. Murat Turgut MINAR

1. GİRİŞ

Halifelik kavramı ilk olarak Hz. Muhammedin 632 yılında vefat etmesi ile islam dünyasına kimin liderlik etmesi gerektiği fikri üzerine başlatılmıştır. İslam peygamberinin vefatından sonra “SAKĪFETÜ BENÎ SÂİDE” yani Ben’i Saide Gölgeliği toplantısında Ensar (Medineliler) tarafından ilk halife Hz. Ebubekir seçilmiştir.

            Hz. Ebubekir’den sonra Hz. Ali’ye kadar olan ilk 4 halife döneminde halife Müslüman dünyasının ileri gelenleri tarafından seçimle gelmiştir. Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan’ın 6 aylık halifeliği sonrasında; Muaviye’nin halifeliği ile Emevi halifeliğinin başlaması ile birlikte bu kurumun siyasi yapısı babadan oğula geçen hanedan sistemi ile devam etmiştir.

            Emeviler’den sonra 750 yılında Ebü'l-Abbas Seffah; Emevi yönetimine isyan ederek Abbasi halifeliği kurmuş ve burada da hanedan sistemi devam etmiştir. Mekke ve Medine şehirlerinin hükmü altına alan hanedan “Hâkimü'l-Haremeyn “ ( İki Kutsal Caminin Hakimi) sıfatı ile Müslüman dünyanın manevi liderliğini unvanını kullanmaydı.  Ancak halifelik makamı siyaseten halen söz sahibi bir makam değildi.  Halife'nin tek siyasi gücü,(sembolik olarak) menşur vererek Müslüman liderlerin hükümdarlığını onaylamaktan ibarettir.

            Moğolların 1258 yılında Bağdat’ı ele geçirmesi ile birlikte halife Memlük devletine sığınmış ve bu tarihten sonra istisnalar haricinde tamamen bu devlete tabi bir memur gibi hareket etmiştir.

2.         Osmanlı İmparatorluğu Dönemi

            Sultan I. Selimin Mısır’ı fethi ve Memlük Devletini sona erdirmesi ile birilkte halife öncelikle İstanbul’a padişan ile birlikte dönmüş ve burada hilafet Osmanlı Hanedanına geçmiştir. Bu tarihten sonra Osmanlı padişahları “"Hâdim'ül-Haremeyn'uş-Şerifeyn" ( İki Kutsal Caminin Hizmetkarı)sıfatı ile hilafet makamını padişahlık makamı ile birlikte kullanmaya başlamışlardır.

 İslam dünyasının manevi önderliği olan hilafet makamına ilişkin ilk siyasi kayıt ise Küçük Kaynarca Anlaşması ile birlikte ortaya çıkmıştır. I. Abdulhamid tarafından tasdik edilen anlaşmaya göre; kaybedilen Kırım ve diğer Osmanlı topraklarında Müslüman halkın dini işleri halifeye bağlı olacaktır.

            Küçük Kaynarca Antlaşmasından sonra Osmanlı hilafetinin içeride ve dışarıda itibarının tedrîcî olarak nasıl arttığı Kuzey Afrika, Hindistan, Açe ve Buhara Müslümanlarıyla bağlantılar çerçevesinde açıklanmakta ve İngilizlerin Osmanlı hilafetinin nüfuzundan yararlanma girişimleri ise defaatle kayıtlarda bahsedilmektedir. (Azmi Özcan, “Hilafet-Osmanlı dönemi”, DİA, c. XVII, s. 547)

            Osmanlı tarihinde halifelik makamının kullanıldığı en güçlü dönem ise II. Abdülhamid dönemi olup; bu tarih ile birlikte Osmanlı İmparatorluğunun milliyetçilik akımlarına karşı ümmetçi bir politika izlediği görülmektedir.

            İngiltere’de özellikle Sultan II. Abdülhamid döneminde halifelik makamını tartışmaya açtığı; bu tartışmaların Arap yarımadasına ve Mısır hidivlerine kadar sıçradığı görülmektedir. Gerçekten de 1876 Kânûn-ı Esâsîsinin 3. ve 4. maddeleriyle Osmanlı hilafetinin anayasal bir kuruma dönüşmesi Hindistan bölgesinde görev yapmış bazı üst düzey İngiliz görevlilerini telaşlandırmış ve Osmanlı hilafetini inkar yoluna sevketmiştir.

            Osmanlı İmparatorluğunun I. Dünya Savaşına katılması ile birlikte Osmanlı İmparatorluk tarihinde ilk kez Kasım 1914’te Sultan V. Mehmet Reşat tarafından halifelik makamı kullanılarak cihat ilan edilmiştir. Cihat’ı Ekber olarak ilan edilen bu husus şu şekilde tanımlanmaktadır; İslâmî devlet Dâr-ül İslâm’ı (İslam toprakları) Dâr-ül Harb (savaş toprakları) aleyhine genişletmeye çalışırken, savaşma görevi umumi bir farzdı (farz-ı kifâye) ve bu yükümlülük ordu gibi İslâm cemaatinin bir bölümüne devredilebilirdi. Yok eğer İslâm devleti saldırı altındaysa, o zaman savaşma görevi bireysel bir farz (farz-ı ayn) olarak görülürdü; yani her bir Müslüman bu farzı yerine getirmek zorundadır.( Erık Jan Zürcher, Osmanlı Cihadı, Alman Cihadı ve Savaşın Kutsallaştırılması)

            Farz bir ibadetin ise Müslümanlar tarafından gerçekleştirilmemesi manevi bir azap ve dolayısıyla

            Cihat kelime anlamı olarak İslam uğruna savaşma anlamında kullanılır. Fıkıhta inançsızlar ve islam dünyasının düşmanlarına karşı ilan edilen savaş olarak yorumlanır. (Ahmet Kalkan; Editör: Hasan Lütfi Ramazanoğlu, Müslamanın Müslümanlaşması: Tevhid ve Uzlaşma; Cihad ve Terör; İbadet ve Adet, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2005,)

            Günümüzde çağdaş islami yorumlarda cihat kavramı da değişmiş; Diğer milletlerle savaşa, sadece inancın tehlikede olduğu durumlarda ve savunma amaçlı olmak kaydıyla izin verilmiştir.

            Sultan Reşat’ın cihat çağrısı beklendiği üzere İngiltere,Fransa ve Rusya’da ki Müslümanlarda beklenilen etkiyi yaratmamış; mahalli dini liderler ve ulemalar ya cihat çağrısını yok saymış yahut bu çağrıya sessiz kalmışlardır.

            Nihayetinde Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı sonunda ciddi toprak kayıplarına uğramıştır. Özellikle Müslüman nüfusun yaşadığı Batı Trakya,Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki toprakların kaybı ile hilafet makamı da siyasi nüfuzunu ciddi oranda kaybetmiştir.

            Osmanlı Devleti’nin son iki şeyhülislamı Dürrizâde Abdullah Beyefendi ve Medenî Mehmet Nuri Efendinin sadarete sundukları hilafet muhtıraları Osmanlı İmparatorluğu sınırları dışında kalan Müslümanların hilafet makamına maneviyatla bağlı kalmalarının dini gerekliliği vurgulamaya çalışmışlardır.  Bu dönemde de Müslüman dünyasının geneli sessiz kalmıştır.

3.         CUMHURİYET DÖNEMİ

            Kurtuluş Savaşının Büyük Millet Meclisi hükümeti yönetiminde kazanılması ile birlikte Batılı devletler Türk Devletini barış görüşmelerine davet etmiştir.

            17 Ekim tarihli bir telgrafla sadrazam Tevfik Paşa barış konferansında ortak bir tavır belirlemek amacıyla Mustafa Kemal'e başvurmuştur. 20 Ekim tarihli, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına hitap eden ikinci bir telgrafta Tevfik Paşa Babıali ile Büyük Millet Meclisi arasında amaç bakımından tam bir birlik olduğunu, Sevr Antlaşmasını iptal ettirmek ve işgalin sonuçlarını ortadan kaldırmak için beraberce mücadele edildiğini belirterek ulusal birliğin önemini vurgulamış ve vatan uğruna kişisel hırslardan vazgeçilmesi gerektiğini belirtmiştir.( Telgraf metinleri için İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Son Sadrazamlar, IV.1738.)

            İstanbul Hükümeti ile Ankara Hükümeti arasında gelişen bu yazışmalar süreci sonunda  28 Ekim'de İtilaf Devletleri İsviçre'nin Lozan kentinde toplanacak olan konferansa İstanbul ve Ankara hükûmetlerini resmen davet etmiştir. Bunun üzerine iki gün sonra toplanan TBMM, İstanbul hükûmetinin tasfiyesine yönelik 82 imzalı karar tasarısını görüşmüşse de aynı gün sonuç alamamış, ancak 1 Kasım tarihli toplantıda saltanatın kaldırılmasına karar vermiştir. Kararname, ilga hükmünü geriye yürüterek "İstanbul'daki şeklî hükûmetin 16 Mart 1920'de tarihe intikal ettiğini" bildirmiştir.

            Bu karar ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu’da sona ermiştir.

            Şeklen "halife" unvanını koruyan VI. Mehmed (Vahideddin) 10 Kasım'da son cuma selamlığına katılmış, ancak yaşamına ve özgürlüğüne yönelik tehditleri gerekçe göstererek 17 Kasım sabahı Boğaziçi'nde demirli bulunan İngiliz zırhlısı HMS Malaya aracılığıyla Malta'ya sığınmıştır. Bunun üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Abdülmecid Efendiyi 19 Kasım’da halife ilan etmiştir.

            Son halife Abdülmecid efendinin sembolik bir makamdan ziyade siyasi bir makam olarak da halifeliği kullanma ihtimali üzerine 431 sayılı “Hilafetin Kaldırılması ve Hanedanı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun” ile “halifetlik kaldırılmıştır.

            Kanunun maddesine ise “Halife halledilmiştir. Hilafet Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır.” Denilmektedir. Kanun koyucu burada halifeliği kaldırırken “Hilafet makamının hükümet ve cumhuriyet mefhumunda mündemiç”(içinde var olan) şeklinde kaldırması ise halifeliğin ilgili kanun kapsamında Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinde hakkı saklı tutulan bir makam olduğu manasına gelmektedir.

            Bununla birlikte 10 Nisan 1928 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına “Laiklik” kavramının girmesi ile birlikte 431 Sayılı Kanunun 1. Maddesinde belirtilen Hilafet makamının hükümet ve cumhuriyet mefhumunda mündemiç” olması halinin de ilgili kanunda belirtilen bu ibarenin Anayasa’ya aykırılığı hususunun tartışılması gerekmektedir.

            Abdülmecid efendinin 18 Kasım 1922 tarihinde TBMM tarafından halife seçilmesi ve yine meclis tarafından kendisine verilen görev sembolik bir makam ile sınırlı kalmıştır.  Abdülmecid Efendinin halifeliğini görüşmelerinde ise Hoca Abdullah Efendinin “Hilafet-i Sahiha” adlı makalesine atıf yapılmıştır. İlgili makalede ise Hilafetin hükümetten ayrı yorumlanamayacağından bahisle hilafet makamının TBMM tarafından yürütülmesi gerektiği işaret edilmiştir. (TBMM zabıt ceridesi s.53-54)

            Gerçekten de halifeliğin kaldırılmasına ilişkin mevzuatta bu görevi TBMM’ye bırakmıştır.  Müslüman dünyasının manevi liderliğinin laiklik kavramı ile çeliştiği hususunun kabulü ile abesle iştigaldir. Nitekim laiklik devlet yönetiminde dinin veya dinsizliğin referans alınmamasını ve devletin din veya dinsizlik karşısında tarafsız ve tepkisiz olmasını savunan ilkedir. Dolayısıyla 10 Nisan 1928 ile birlikte 431 Sayılı kanunun 1. Maddesinin Anayasanın laiklik ilkesi ile çelişmediği ve mevcut hilafet makamının ilgili kanun hükmü uyarınca Türkiye Büyük Millet Meclisinin uhdesinde olduğu kanaatindeyim.